28 Ağustos 2013 Çarşamba

İki





Onu öldürdüm! Ölmüş olmalı. Kıpırdamıyor artık. Kan, küçük bir göl oluşturdu. Acıyla gözüme bakıyor. Sanki, hâlâ ölmemiş: “Lütfen, bana acı!” der gibi. Üzerinden düşen çakmak ve bir anahtarlık gözüme ilişti. Kim bilir şu kana bulanmış çakmakla, kaç kez sigarasını ateşledi. Anahtarlık, evinin olmalı. Yüzünün kimi tarafında dikkat çekecek türde tüysüz kısımlar var. Köse olmalı. Kırk-kırk beş yaşlarında ihtimalle. Ve ilk defa benden iri birini alt etmenin verdiği huzurla bu adamı seyrediyorum. İkimiz de birbirimizi seyrettik, saatlerce.

Bir sinek, adamın burnundan içeriye daldı. Bu ölü adam, bana kusursuz yaratılmış insanoğlunu yeniden hatırlattı. Elleri, iki yana doğru saçılmış, sağ tarafındaki kan oluğunun içerisinde, diğeri ters yüz olmuş. Yaratıklara sunulmuş her bir uzvun ne kadar garip olduğunu düşündüm. Zamanla bu uzuvları o kadar basitleştiriyoruz ki, onları salt işlerimiz için yaratılmış olarak görüyoruz. Belki de gerçekten bunun için yaratılmışlardır. Alçıya alınmış bir kolun işlevi nedir? Fermuarı çekerken, orada öylece seyretmesi garip değil mi?

Henüz darbe yemiş ve yere yığılmış bir adam gibi yüzüme bakıyordu. Başına bir şeylerin –kötü bir şeylerin- geldiğinin farkındaymışçasına fakat, daha acısını duyamamış gibi korku ve endişeyle duruyor, yüzünü ve tüm bedenini bu ifadeye bürüyordu.
Öldüğü zaman, paraşütü açılmayan bir paraşütçünün ifadesine sahipti. Elinden tek gelenin, hiçbir şey yapamıyor olması gibi aciz ve çaresizdi. Bu anda ben değil de, bir başkası onun gözlerinin içine baksaydı, buna katlanamaz ve bana dönüp: “Sen bir canisin,” ya da: “Aklını yitirmişsin!” diyebilirdi. Ben bu düşüncelerinizi yalanlayacak ve üzerinde de duracak değilim!
Ben de onu kıskanır gibi kımıldamadan duruyordum. Gece neredeyse bitmek üzereydi. Acaba, bu adamın kimi vardı? Kimsesiz olabilir miydi? Hiç sanmıyorum! 
Sigarayı kanına batırarak söndürürken çıkan cız sesi veya bu hareketlenmeler adamın burnundaki sineği de rahatsız etmiş olmalıydı; çıkıverdi gölgeden.
Beyaz gömleği ne yazık ki beyaz değildi artık. Çok para verip de almış olduğu anlaşılan paltosu siyah ve parlaktı. Bu palto ilgi alanıma girmişti. Gece kulüpleri, barlar, restoranlar ve bilimum eğlence yerleri kim bilir kaç kez kendisine mesken olmuş, zevkle sandalye tepelerine, koltuk üzerlerine ya da vestiyerlere emanet edilmişti. Sonra tekrar tekrar giyilmiş, ve bir cenaze namazında kendisine bir cübbe hüviyeti sağlamış olmalıydı. Şimdi, bir daha giyilemeyecek olması mümkündü. Alıp, kaçmayacaksam elbet.

Sabah ezanı yavaşça doluyordu odaya. Bu dakikalarda her kafadan bir ses çıkıyor, şu kan tabakası ölü bile bir fikir yürütecek kıvama geliyordu neredeyse.

“İşte, şurada bir kazma ve küreğim var. Beni şuradaki arsaya, evet, oraya gömebilirsin! Ne olur, daha fazla canımı yakma,” der gibiydi.

Ah, bu adama karşı yumuşamak, adımı unutmak gibi bir şey olmalıydı. Buna da yalnız deliliğim izin verirdi. Oysa adımı unutmak, büsbütün delilik!
Saçının –yeni fark ediyorum- belirli belirsiz yerlerinde aklar mevcut. Keza sakalında da öyle. Ölüm acısı yaşarken, bir insanın saçı sakalı bir anda neden beyazlamaz? Bu acı şiddetli değil mi bu kadar? Yoksa, Türk filmleri ve ibretlik hikayeler bizi kandırıyor mu?

Gün, iyice doğuyordu artık. Güneş ışınları odaya süzülüyor, kana ulaşıyordu. Kanda harikalar yaratmaya başlamıştı. Koyu bir kırmızılık, yerini iç açıcı bir berraklığa dönüştürüyordu. O kadar susamış olmamdan kaynaklanacak ki, bu parıldayan kana sivrisinek gibi yapışıp, susuzluğumu gidermek istemiştim. Her yer cıvıl cıvıldı. Özgürlük kokuyordu. Şu ölü bile özgür, ben hapistim.

Adamın morarmış olduğunu güneş, odayı iyice aydınlatınca fark edecektim. Yüzü eski neşesinde değildi. Eskiden kahkahalar atan, küfürler savuran, lanetler okuyan uzuvları şimdi çok şaşkın ve küsmüştü. Ama, gözleri yine canlı ve hesap sorucuydu. Bunu nasıl başarıyor olabilirdi? Birazdan bu halime gülecekti. Cızırtıyı andıran sesiyle tıslayacak, ve bir den ayağa doğrulacaktı. Sonra, ardına bakmadan kapıdan çıkıp, gidecekti. Sağ eli oynar gibi oldu. Kandaki parlaklık, adamın her yerini kıpırdatıyordu.
Paketteki son sigaramı yaktım ve boş paketi suratına fırlattım. Tam burnunun sağ kanadına çarpıp, kanın içerisine yuvarlandı. İşine pek yaramazdı artık.

Onu öldürmeden önce de bu sandalyede oturuyordum. Her yer zifiri karanlıktı. Oturma odasında, sandalyede öylece oturduğumu görünce rengi attı. Tabi, bundan önce ışığı yakacak, ve aydınlığa alışamayan gözlerim kapanacaktı. İşte bu duruma çok sinirlenmiştim. Kendimi, kıpırtısız ona doğru yöneltip, gözlerimi kırpmadan gözlerinin içine bakmaya şartlanmıştım oysa ki… Olsun, sonuçta öldü. Bu da bir nebze de olsun içimi ferahlatıyordu. Masadaki sopayı, tam, kolunu yüzüne siper edecekti ki, kafasına şiddetli ve ani bir biçimde geçirdim. Bu darbeden sonra yere yığılmış, ihtimal o ki bayılmıştı. Bir daha kalkamaması ve içimdekileri de atmaya çalıştığımdan, defalarca, beynini ezercesine vurdum durdum. O, her vuruşumda biraz daha canlanıyor, sanki her sopa, onu biraz daha hayata bağlıyor gibiydi. Bunun hiçbir zaman bitmeyeceğini anladığımdan değil, yorulduğumdan vurmayı kesmiş ve sandalyeye oturmuştum.

Cinayet büro amiri kağıdı çekmecesine koydu. Şahıs belliydi. Şimdi, nerede ikamet ettiği, ya da varsa nerede görüldüğü araştırılıyordu. Katil, kimliğini gizleyecek hiçbir girişimde bulunmamıştı. Hatta kapıcı, onu gördüğünü ve kapıdan çıkarken bile, kapıcıya “Merhaba,” dediğini söylemişti. Nihayet evi bulunmuştu. Tek başına eve giren polis, onu evde bulamayacaktı. Tek katlı bir gecekondu, aynı bir otel odası gibi sade ve boğucuydu. Evin bir odası neredeyse tamamen boştu. Mutfakta her şeyden birer adet olmak üzere çanak çömlek bulunuyordu. Oturma odasında yayları dışarı fırlamış bir koltuğun üzerinde bira şişeleri, ayağının dibine kadar uzanıyor, hemen önündeki masanın üzerinde düzinelerce gazete duruyordu. Bu masanın da karşısında, duvara yaslanmış bir minder ve üzerinde de on-on beş adet kitap birikmişti. Kitaplar tamamen klasik romanlardan oluşuyordu. Bunları yokladıktan sonra, bira şişelerin altında ucu gözüken bir ajandayı bu kez fark etmişti. Dikkatlice şişelerin arasından çekip aldı. İlk sayfasında kocaman puntolarla “1” yazısı vardı. Neredeyse tüm sayfayı kaplamıştı bu sayı. Arka sayfaya geçtiğinde yine tüm sayfayı kaplayan “ÖÇ” yazısı bulunmaktaydı. Polis, dikkatle okumaya koyuldu…

“Tam on beş yaşındaydım, yurttan kaçtığımda. Tüm evsizlerin ilk başta yapmış oldukları şeyi yapmaya çalıştım ben de; bir parkta gecelemek. Bank, pek ergonomik olmasa da huzur açısından zengindi. Tuvalete işemenin bile bir azar olarak kimi zaman da dayak olarak döndüğü yurdun aksine burası nankör olunamayacak derecede rahattı. İstediğim yere acı ile olsa da, izin almadan işiyordum üstelik. Günlerce sidiğimi tutmama isyan eden torbalarım başıma prostat denen illeti açmıştı. Yine tüm evsizlerin akıllarından bir kere de olsa geçirmiş oldukları veya yaptıkları şeyi kurguluyor, bunun için hesaplar yapıyordum. Ancak, ne zaman bir çantaya baksam, inanılmaz bir istekle başımı döndürüyor, fakat bir türlü ne elim uzayabiliyor ne de ayaklarım çivilendiği yerden sökülebiliyordu. Elimi uzatıp, çantayı kavrasam, öylece dona kalacak, şoka uğrayacakmışım gibi geliyordu.

Esirgeme yurdunda, her gün dayak yemekten kafayı sıyıran arkadaşım, bir gece her yerin ve herkesin sessiz olduğu gecede, sırtını dönüp, yattığı yerden “Gazino önleri iyidir. Orada bolca para bulabilirim. Buradan kaçacağım!” demişti. O da biliyordu, buradan kaçmanın kolay, fakat kaçtığı yerde yaşamanın zor olduğunu. Bunu söylemiş, başka tek kelime etmeden horlayarak uyumuştu. Ben, bu kadar vurdumduymaz olamıyordum. İyice bu düşünce aklıma yatmıştı. İşte, şimdiki sorun, bu yerin nerede olduğuydu. Bulunduğum yer bile yabancı bir ülkenin sınırlarıymışçasına yabancıydı bana. Burası, kadınların “cüretkar” oldukları bir semtti. Bu cüretkar lafını da yurtta magazin manyağı bir bunağın sayesinde öğrenmiştim. Bir gece tuvalet için yataktan fırladığımda, televizyonda bedeninin üçte ikilik kısmının açık olduğu ünlüleri görmüş, sunucunun da bunlar için bu yakıştırmayı yaptığını duymuştum. O gün bu lafa çok gülmüştüm. Ve hala da gülerim.
 Bu curetkârların hemen hepsinde yanlarında taşıdığı köpekleri vardı. Bir tanesi, köpeği üzerime doğru gelince, onu zincirinden tutmuş, benim ısıracağımı zannedercesine köpeğini kurtarabilmişti. İlkin dükkan işletenlere sormak istedim. Ama bu fikrin doğru olmadığının kanısına varıp, yoldan geçenlere sormamın daha yerinde olacağını düşündüm. Dördüncü ve son deneyişimde, sakızını yüzüme doğru patlatan ve “cüretkârlığından” taviz vermeyen bir kadın, önce beni dikkatle süzmüş, ardından:
“Yürüyerek mi gideceksin?” diye sormuştu. Evet, gibisinden başımı salladığımda, bu kez:
“Ne yapacaksın bakalım?” diyerek anlamsız bir soru yöneltmişti. Diğerlerinin vurdumduymazlığına nazaran, bu kadının bu ilgisi, beni şaşırtmıştı. Bu esnada kadının ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Otuz-otuz beş yaşlarında, siyah ve sarının iç içe girdiği dalgalı saçları omuzlarına sürtünüyor, ince rüzgârla dahi hafifçe salınıyordu. Yüzünde az, fakat bu yerinde makyajı, onu seksileştirmişti iyice. Yanağında bir misketi rahatlıkla saklayabileceğim türden gamzesi, kırılgan tebessümüyle hemen beliriyor, sonra birden gözden kayboluyordu. Ve o güzel yeşile çalan gözleri, gözümü adeta kamaştırıyordu. Yine o tebessümüyle, “Gel benimle,” demişti. Şimdi, ben de bu cüretkâr kadının eksik olan şeyini tamamlıyordum; köpeğini.
Vardığımız yerde bir araba gözüme ilişmiş, kapısına yaslanan bir adam, doğruluvermişti. Başıyla beni işaret ederek, “Bu kim,” diye sorunca, kadın –o güzel kadın- “Bir tanıdığımın oğlu. Gazinonun yakınlarında işi varmış. Oraya gelince bırakırız,” diyerek, tuhaf bir açıklama yapmıştı. Adam, bir yandan yolu gözlüyor, diğer taraftan da dikiz aynasından beni kolluyordu. Bir daha dikiz aynasına bakmadığımda, adam:
“Bir şeyler çevirmiyorsun gene!” demişti. Kadın da gözlerini yoldan ayırmaksızın:
“Ne çevireceğim be!” dedi.
Kadına karşı son derece hassas olmam kaçınılmazdı artık. Beni böylesine savunan, yardımda bulunan birine ilk defa denk geliyor ve anın tadını çıkartıyordum. Öyle ki, araba yolculuğumuz aldığım bu zevkten çabucak bitivermişti. Her ikisi de hiçbir kelime etmeksizin arabadan inmiş. Adam, kadının koluna girerek, gazinodan içeri girmişlerdi.Artık, aklımda dilenmek diye bir fikir yürütemiyordum. Aklım fikrim bu kadındaydı. Sabaha yakın, ikisi, girdikleri vaziyette kalmışlar gibi, çıktıklarında gözümü kadından ayıramıyordum. Adam, kadına bakıp, bir şeyler söylüyordu. Herhalde benden rahatsız olmuştu. Kadın, yanıma gelmiş ve “Yürü bakalım,” demişti. Adam, arabasına atlayıp gidene kadar, gözümü adama dikmiştim. “Bakma,” diye beni uyardıktan sonra, bundan vazgeçip, bir sokağa dönmüştük.Neredeyse güneş doğmuş, sıcakla birlikte iyice mayışmıştım. Kadın birden koluma girmiş, o büyüleyici kokusu başımı döndürmüştü. Bu sırada kadın kolumu bırakmıştı. Yan yana yürümeye devam ettik.
“Kalacak bir yerin var mı?” diye sorduğunda, cevabı yine kendisi verdi. Ardından:
“Ailen de yok?” dedi.
“Yok.”
“Ne var?”
Gülüşmüştük. Önüme bakıyordum, utançla.
“Bu sigara yapıyor,” demişti. Yorulmuştu. Öyle yavaş yürüyorduk ki artık, neredeyse duruyorduk. Nefes nefeseydi. Çıkardığı hırıltılar korkunçtu. Çantasından bir sigara çıkarıp, ateşledi. Bana uzattı. Almak ve almamak arasındaki kayıtsızlığım birkaç saniye sürdü. Aldım. Bir nefes çektikten sonra, boğulacağımı hissediyordum. Öksürük nöbetine tutulduğumda, kadın:
“Hay Allah’ın belası, ver şunu ver,” diyerek, sigarayı elimden çekip almıştı. Hiç içmemiştim. Tek amacım, dudaklarına değmiş olan –ne olursa olsun- şeyin, dolaylı yolla da olsa, dudaklarıma temas etmesini sağlamaktı.
“Nasıl oldu da başlamadın,” dedi. “Yoksa, tiner falanla mı idare ettin. Gerçi, onu içenin bunu da hayli hayli içmesi gerekir.”
“Hiçbirini kullanmadım. Aslında, şey, ben, yeni oldu…”
“Demek, yeni kaçtın…”
“Çocuk esirgeme yurdu.”
“Rahat battı anlaşılan.”
Cevap vermedim. Bir süre daha bu şekilde yürüdük. Genişçe bir binanın önüne geldik. Kapıyı açtı, durup, onu öylece seyretmemi komik bulmuştu.
“E,” dedi, “neyi bekliyorsun?”
“Geleyim mi?” derken, çocukça bir heyecan içerisindeydim.
“Gidecek daha iyi bir yerin varsa sen bilirsin,” deyip, içeriye girdi. Ben de ancak, o, merdivenlerden yukarıya çıkarken binaya girebilmiştim.
Geniş bir koltuğun üzerine iki çarşafla bir yastık bırakıp: “Kıvrılır, yatarsın,” dedi. Uyuyana kadar bu güzel kadını düşündüm; nasıl bu kadar korkusuz olduğunu, neden bana böylesine bir yardımda bulunduğunu. İçimde bitip tükenmeyen şehvet duyguları, uykusuz olmama rağmen beni dirileştirmişti. Kabıma sığmıyordum. Yavaşça kapısının önüne eğildim, anahtar deliğinden onu seyredecektim. Fakat, delikte anahtar, görüş açısını iyice kapamıştı. Ardından, yaptığım şeyin mide bulandırıcı ve nankörce oluşu kafama dank etmişti.
Bu kadın, yani Seher, artık, tüm kapılarını açmıştı. Tabii bunun için üzerinden iki-üç ay geçmişti. Her gün, saatlerce sevişiyorduk. Bıkmıyorduk, usanmıyorduk. Sıkılmıyorduk. Çıkar beslemiyorduk. Kavga etmiyor, birbirimize darılmıyorduk. Aramızdaki yaş farkına aldıran sadece nüfus cüzdanlarımızdı.
Sadece bana ait olmayan bu konsomatris kadın, artık, canımı sıkmaya başlıyordu. Ona büyük bir tutkuyla bağlanmış olmam, beni buna itiyordu. Bir gece, bu işi bırakmasını adam akıllı yaşamamızı teklif ettim. Önce, kayda değer küfürler etti ardından da “İstemiyorsan, s… olur gidersin,” dedi. İçimde kabaran ergen duygular, kanımın deli oluşu, kapıyı sertçe çekip, çıkmama yetmişti. Üzerinden bir beş dakika geçtikten sonra, tekrar kapıyı çaldım. O da hazırlanmış, neredeyse çıkmak üzereydi.
“Çayı koydum, şurada da para var,” deyip, ayakkabılarını giymişti.
Kapıyı çekip, gittiğinde, bir koltukta öylece oturuyordum. Günler bu şekilde geçip, giderken son zamanlardaki halsizliği, iyice artmış, gün geçtikçe zayıflar olmuştu. Bu, sonunda onu yatağa düşürecekti. Tetkikler, sonuçlar beni bunalıma sokuyordu. Elimden gelen hiçbir şey yoktu. Çalıştığı gazinoya ondan habersiz gidip, borç para isteyecektim. Patronu, sigarayı küllüğe söndürdü.
“Para falan yok,” dedi.
“Sen nasıl bir insansın! Kadın ölüyor, kılını kımıldatmıyorsun. Senin şu aşağılık işlerin için hayatını mahvetmedi mi bu kadın?”
“Yeter lan, yok diyorum.”
Gözüm dönmüş bir vaziyette üzerine çullandım. Bizi ayırmaya gelen adamlar, onu altımdan güçlükle alabilmişlerdi. Yaka paça dışarı atıldığımda, alınacak bir “ÖÇ” vardı artık…

Eve döndüğümde zavallı acılar içerisinde yatıyordu. Elini tutup, yüzünü okşadım. Sanki, bu, Seher değil, ona çok benzeyen yaşlı bir kadındı.”

Yazı, burada sona eriyordu. Polis, sayfayı çevirdi. Yine tüm sayfayı kaplayan bir rakam vardı. Bu kez, “2” yazıyordu.

“Size bir sır vermem gerekiyor. Belki de bu yüzden biraz da olsun, rahatlayacağım.”
Polis, ikinci bir cinayetin işleneceğini veya işlendiğini anlamış, hızlıca okumaya koyulmuştu.

“Çocukluğumda tek bir hayalim vardı; bir çiftlik yaşantısı sürmek. Yeşille bütünleşmek istiyordum. Tek başıma olmayacaktım. Hayvanlarım olacaktı. Rahvana koştuğum atım, kah tırısa da geçecekti. Ona bir isim verecektim. Ve bir köpeğim olacaktı. En sadık dostum o olacak, tüm sırrımı, düşündüklerimi onunla paylaşacaktım.
Ama, şimdi bakıyorum da önümde, bir harabeyi andıran manzara var. Otlar sararmış, yeşillik namına pek bir şey kalmamış. Plastik şişler, sigara paketleri ve türlü çerçöp bu manzarayı oluşturuyor. İşte, bu manzaraya tam da yakışacak olan ben, bu resmi tamamlıyorum. Birincisi baba katiliyim. Ve ikincisi annesiyle ilişkiye giren bir pislik!

Ben, lanetlendim. Gazinodaki adam, yani –dilim varmıyor- babam, “Çocuğuna baktım, şimdi de ona mı bakacağım,” demişti.
Çocuğun kim ve nerede olduğunu sordum. Tersleyerek, bir kuruma yerleştirdiğini söylemişti. O gün, eve döndüğümde, Seher’e, yani –buna da dilim varmıyor- anneme, olup biteni anlatmasını söyledim. Önce kurumuş dudaklarını diliyle ıslattı ve:
“Evsiz bir kadındım,” diyerek konuya girdi. “Aynı senin gibi, ne gidecek bir yerim ne sığınacak kimsem kalmıştı.”
“Hiç akraban da mı yoktu?” sordum çaresizce.
“Yoktu. Babam beni biriyle evlendirecekti. Bundan önce bir kez daha evlendirmişti. O evliliğimden çok acılar çektim. Kocamın, eve arkadaşlarını getirdiği sırada tek yaptığım, onlara hizmet etmek, küfürlerini işitmekti. Zaten resmi bir nikahımız da yoktu. Adam, babamın eline birkaç kuruş sıkıştırmış, beni satın almıştı. O evden kaçtığımda, pislik herif, diğer kadınla beni ilişkiye girmeye zorluyordu. Mutfağa can havliyle kendimi atmış, elime geçirdiğim bıçak sayesinde bu lanetlenmiş evden kaçabilmiştim.
Böyle bir hayatın nasıl yaşanılır olacağını düşündüm. Ya canıma kıymak ya da tekrar babamın olduğu eve dönmek arasında bir seçim yapmam gerekiyordu.”

Kemiklerden ibaret elini yüzüme yavaşça dokundurdu. Sanki, oğlu olduğumu anlamış gibi:
“Kaderin önüne geçemezsin,” dedi.
Kesik kesik nefes alarak devam etti:
“Onu doğurmam kaderimdi. Bir müddet de onun için savaş verdim anlayacağın…”
Elini, yüzümden alarak, iki elimin arasına yerleştirdim:
“Nasıl, bu adamdan bir çocuğun mu oldu?”
Burada kafam karışmıştı. Fakat, gerçek, ne yazık ki bildiğim gibiydi.
“Hayır,” dedi. “Hayır, bu adam bana elini dokunmadı. Amacını az çok sezebilmişsindir. Sadece dinle.”
“Kime gidersen git, hepsi şunu diyecektir sana: benim çektiğimi kimse çekmemiştir bu hayatta! İşte, ben de bunu diyorum.
Eve döndüğümde orada da yaşayamayacağımı er geç anlayacaktım. Annem, acılar içerisinde öldüğünde nereden bilebilirdi, tek mirasının kızına da aynı şekilde bir ölümle veda ederek göçeceğini. Garip anacığım…”
“Böyle söyleme.”
Eliyle elimi sıkmıştı. Zorla konuşmaya çalışıyordu.
“Babam, para için her şeyi, ama her şeyi yapacak türden bir insandı.”
Güçlü bir öksürükten sonra, tebessüm etmeye çalıştı.
“Tamam, sonra konuşuruz bunları. Şimdi biraz dinlen, ne olur?”
Elimi yine sıktı. Sanki, bir karınca ısırmış gibiydi.
“Sonrası yok!” dedi. “Dinle. Babamın evinden kaçtım. Bir başıma dolandım durdum. En sonunda bu aşağılık herifle tanıştım.”
“Patronunla.”
Başını evet dememek için güçlükle salladı. Dudağını tekrar ıslattı:
“Bilirsin işte. Bu durumda yapılacak pek fazla bir şey yoktur. Bana, aşık olduğunu, evleneceğimizi sayıklayıp duruyordu. Oysa, benim ondan bu konuda hiçbir beklentim yoktu. Tek istediğim bir iş vermesi, beni kapı dışarı etmemesiydi.Bu adamdan hamile olduğumu öğrendiğimde, beş aylıktı bebek. Kaderin önüne geçemiyorsun dedim ya, çocuğu hiçbir hastane almaya yanaşmadı. Artık bu, bir sır olarak kalacaktı. Öyle güzel kamufle ediyordum ki kendimi, bir çocuk doğuracağımı hiçbir insan fark edemezdi. Oğlumu beş yaşına kadar işte bu evde büyüttüm. Emzirdim, oyunlar oynadım. O, benim her şeyim olmuştu. Sonra, hem bakıcı parası, hem de patronun, yani oğlumun babası olacak o pislik, çocuktan kurtulmayı, bir yetimhaneye vermemiz gerektiğini, aksi takdirde beni kapı dışarı edeceğini söylemişti.”

Gözünden damlayan yaşı sildiğimde, kanım donmuştu. Akmıyordu. Sonra, sanki, evet, evet! Sanki, oğlundan, yani benden özür dilercesine şunları söylemişti:
“Sen olsan, ne yapardın?”
Elbette, yaptığını diye geçiriyordum içimden.
“Tamam, yeter bu kadar. Biraz uyumalısın.”
Gözünü kapatır kapatmaz uyumuştu. Güzel gözlerinden bir damla yaş, göz kapağını zorlayarak kirpiklerinden aşağı süzüldü, süzüldü ve yastığa düştü. Beyazların doluştuğu saçları, incelmişti. Elmacık kemikleri o kadar belirgindi ki, deriden sıyrılıp, çıkacakmış gibi duruyordu.

Güneş ısıtıyordu evi. Perde beyaza bürünmüş, göz kamaştırıyordu. Bir kelebek sıcağı kanatlarına yükleyerek açık pencereden içeriye uçuştu. Annemin üzerinde bir müddet durmadan kanat çırptı. Sonra, dışarıyı seyreder gibi cama yapıştı. Artık, onun için dışarısı özlem duyduğu bir yer olmuştu. Avucumun içine alarak onu özgürlüğüne, aslında ölüme uğurladım. Uçacaktı. Canının istediği, gücünün yettiği yere kadar. Ve suçüstü değil, keyif içinde bulacaktı onu ölüm…

Arkamı döndüğümde annem nefes almıyordu. Huzur denen şeyi beki de yeni tadıyormuş gibi öylece yatıyordu. Ne öksürük ne de o ağrıları onu rahatsız etmiyordu.”

Polis, sayfaları çevirirken çoktan kendinden geçmiş durumdaydı. İşinin verdiği içgüdüsellikle “2”nin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.



Herhangi bir sabah vakti, herhangi bir kayıkçının, herhangi bir sahilde, herhangi bir günde bulduğu bir ceset, herhangi bir adama ait olacaktı. Ve polis, “2”yi bulacaktı…  

0 yorum:

Yorum Gönder