Onu öldürdüm! Ölmüş olmalı. Kıpırdamıyor artık. Kan, küçük
bir göl oluşturdu. Acıyla gözüme bakıyor. Sanki, hâlâ ölmemiş:
“Lütfen, bana acı!” der gibi. Üzerinden düşen çakmak ve bir anahtarlık gözüme
ilişti. Kim bilir şu kana bulanmış çakmakla, kaç kez sigarasını ateşledi.
Anahtarlık, evinin olmalı. Yüzünün kimi tarafında dikkat çekecek türde tüysüz
kısımlar var. Köse olmalı. Kırk-kırk beş yaşlarında ihtimalle. Ve ilk defa
benden iri birini alt etmenin verdiği huzurla bu adamı seyrediyorum. İkimiz de
birbirimizi seyrettik, saatlerce.
Bir sinek,
adamın burnundan içeriye daldı. Bu ölü adam, bana kusursuz yaratılmış insanoğlunu yeniden
hatırlattı. Elleri, iki yana doğru saçılmış, sağ tarafındaki kan oluğunun
içerisinde, diğeri ters yüz olmuş. Yaratıklara sunulmuş her bir uzvun ne kadar
garip olduğunu düşündüm. Zamanla bu uzuvları o kadar basitleştiriyoruz ki,
onları salt işlerimiz için yaratılmış olarak görüyoruz. Belki de gerçekten
bunun için yaratılmışlardır. Alçıya alınmış bir kolun işlevi nedir? Fermuarı
çekerken, orada öylece seyretmesi garip değil mi?
Henüz darbe
yemiş ve yere yığılmış bir adam gibi yüzüme bakıyordu. Başına bir şeylerin
–kötü bir şeylerin- geldiğinin farkındaymışçasına fakat, daha acısını duyamamış
gibi korku ve endişeyle duruyor, yüzünü ve tüm bedenini bu ifadeye bürüyordu.
Öldüğü zaman,
paraşütü açılmayan bir paraşütçünün ifadesine sahipti. Elinden tek gelenin,
hiçbir şey yapamıyor olması gibi aciz ve çaresizdi. Bu anda ben değil de, bir
başkası onun gözlerinin içine baksaydı, buna katlanamaz ve bana dönüp: “Sen bir
canisin,” ya da: “Aklını yitirmişsin!” diyebilirdi. Ben bu düşüncelerinizi
yalanlayacak ve üzerinde de duracak değilim!
Ben de onu
kıskanır gibi kımıldamadan duruyordum. Gece neredeyse bitmek üzereydi. Acaba,
bu adamın kimi vardı? Kimsesiz olabilir miydi? Hiç sanmıyorum!
Sigarayı kanına batırarak söndürürken çıkan cız sesi veya bu hareketlenmeler adamın burnundaki sineği de rahatsız etmiş olmalıydı; çıkıverdi gölgeden.
Sigarayı kanına batırarak söndürürken çıkan cız sesi veya bu hareketlenmeler adamın burnundaki sineği de rahatsız etmiş olmalıydı; çıkıverdi gölgeden.
Beyaz gömleği
ne yazık ki beyaz değildi artık. Çok para verip de almış olduğu anlaşılan
paltosu siyah ve parlaktı. Bu palto ilgi alanıma girmişti. Gece
kulüpleri, barlar, restoranlar ve bilimum eğlence yerleri kim bilir kaç kez
kendisine mesken olmuş, zevkle sandalye tepelerine, koltuk üzerlerine ya da
vestiyerlere emanet edilmişti. Sonra tekrar tekrar giyilmiş, ve bir cenaze
namazında kendisine bir cübbe hüviyeti sağlamış olmalıydı. Şimdi, bir daha
giyilemeyecek olması mümkündü. Alıp, kaçmayacaksam elbet.
Sabah ezanı yavaşça
doluyordu odaya. Bu dakikalarda her kafadan bir ses çıkıyor, şu
kan tabakası ölü bile bir fikir yürütecek kıvama geliyordu neredeyse.
“İşte, şurada
bir kazma ve küreğim var. Beni şuradaki arsaya, evet, oraya gömebilirsin! Ne olur, daha fazla canımı
yakma,” der gibiydi.
Ah, bu adama
karşı yumuşamak, adımı unutmak gibi bir şey olmalıydı. Buna da yalnız deliliğim
izin verirdi. Oysa adımı unutmak, büsbütün delilik!
Saçının –yeni
fark ediyorum- belirli belirsiz yerlerinde aklar mevcut. Keza sakalında da
öyle. Ölüm acısı yaşarken, bir insanın saçı sakalı bir anda neden beyazlamaz?
Bu acı şiddetli değil mi bu kadar? Yoksa, Türk filmleri ve ibretlik hikayeler
bizi kandırıyor mu?
Gün, iyice
doğuyordu artık. Güneş ışınları odaya süzülüyor, kana ulaşıyordu. Kanda
harikalar yaratmaya başlamıştı. Koyu bir kırmızılık, yerini iç açıcı bir
berraklığa dönüştürüyordu. O kadar susamış olmamdan kaynaklanacak ki, bu parıldayan
kana sivrisinek gibi yapışıp, susuzluğumu gidermek istemiştim. Her yer cıvıl
cıvıldı. Özgürlük kokuyordu. Şu ölü bile özgür, ben hapistim.
Adamın
morarmış olduğunu güneş, odayı iyice aydınlatınca fark edecektim. Yüzü eski
neşesinde değildi. Eskiden kahkahalar atan, küfürler savuran, lanetler okuyan
uzuvları şimdi çok şaşkın ve küsmüştü. Ama, gözleri yine canlı ve hesap
sorucuydu. Bunu nasıl başarıyor olabilirdi? Birazdan bu halime gülecekti.
Cızırtıyı andıran sesiyle tıslayacak, ve bir den ayağa doğrulacaktı. Sonra,
ardına bakmadan kapıdan çıkıp, gidecekti. Sağ eli oynar gibi oldu. Kandaki
parlaklık, adamın her yerini kıpırdatıyordu.
Paketteki son
sigaramı yaktım ve boş paketi suratına fırlattım. Tam burnunun sağ kanadına
çarpıp, kanın içerisine yuvarlandı. İşine pek yaramazdı artık.
Onu
öldürmeden önce de bu sandalyede oturuyordum. Her yer zifiri karanlıktı. Oturma
odasında, sandalyede öylece oturduğumu görünce rengi attı. Tabi, bundan önce
ışığı yakacak, ve aydınlığa alışamayan gözlerim kapanacaktı. İşte bu duruma çok
sinirlenmiştim. Kendimi, kıpırtısız ona doğru yöneltip, gözlerimi kırpmadan
gözlerinin içine bakmaya şartlanmıştım oysa ki… Olsun, sonuçta öldü. Bu da bir
nebze de olsun içimi ferahlatıyordu. Masadaki sopayı, tam, kolunu yüzüne siper
edecekti ki, kafasına şiddetli ve ani bir biçimde geçirdim. Bu darbeden sonra
yere yığılmış, ihtimal o ki bayılmıştı. Bir daha kalkamaması ve içimdekileri de
atmaya çalıştığımdan, defalarca, beynini ezercesine vurdum durdum. O, her
vuruşumda biraz daha canlanıyor, sanki her sopa, onu biraz daha hayata bağlıyor
gibiydi. Bunun hiçbir zaman bitmeyeceğini anladığımdan değil, yorulduğumdan
vurmayı kesmiş ve sandalyeye oturmuştum.
Cinayet büro
amiri kağıdı çekmecesine koydu. Şahıs belliydi. Şimdi, nerede ikamet ettiği, ya
da varsa nerede görüldüğü araştırılıyordu. Katil, kimliğini gizleyecek hiçbir
girişimde bulunmamıştı. Hatta kapıcı, onu gördüğünü ve kapıdan çıkarken bile,
kapıcıya “Merhaba,” dediğini söylemişti. Nihayet evi bulunmuştu. Tek başına eve
giren polis, onu evde bulamayacaktı. Tek katlı bir gecekondu, aynı bir otel
odası gibi sade ve boğucuydu. Evin bir odası neredeyse tamamen boştu. Mutfakta
her şeyden birer adet olmak üzere çanak çömlek bulunuyordu. Oturma odasında
yayları dışarı fırlamış bir koltuğun üzerinde bira şişeleri, ayağının dibine
kadar uzanıyor, hemen önündeki masanın üzerinde düzinelerce gazete duruyordu.
Bu masanın da karşısında, duvara yaslanmış bir minder ve üzerinde de on-on beş
adet kitap birikmişti. Kitaplar tamamen klasik romanlardan oluşuyordu. Bunları
yokladıktan sonra, bira şişelerin altında ucu gözüken bir ajandayı bu kez fark
etmişti. Dikkatlice şişelerin arasından çekip aldı. İlk sayfasında kocaman
puntolarla “1” yazısı vardı. Neredeyse tüm sayfayı kaplamıştı bu sayı. Arka
sayfaya geçtiğinde yine tüm sayfayı kaplayan “ÖÇ” yazısı bulunmaktaydı. Polis,
dikkatle okumaya koyuldu…
“Tam on beş
yaşındaydım, yurttan kaçtığımda. Tüm evsizlerin ilk başta yapmış oldukları şeyi
yapmaya çalıştım ben de; bir parkta gecelemek. Bank, pek ergonomik olmasa da
huzur açısından zengindi. Tuvalete işemenin bile bir azar olarak kimi zaman da
dayak olarak döndüğü yurdun aksine burası nankör olunamayacak derecede rahattı.
İstediğim yere acı ile olsa da, izin almadan işiyordum üstelik. Günlerce
sidiğimi tutmama isyan eden torbalarım başıma prostat denen illeti açmıştı.
Yine tüm evsizlerin akıllarından bir kere de olsa geçirmiş oldukları veya
yaptıkları şeyi kurguluyor, bunun için hesaplar yapıyordum. Ancak, ne zaman bir
çantaya baksam, inanılmaz bir istekle başımı döndürüyor, fakat bir türlü ne
elim uzayabiliyor ne de ayaklarım çivilendiği yerden sökülebiliyordu. Elimi
uzatıp, çantayı kavrasam, öylece dona kalacak, şoka uğrayacakmışım gibi
geliyordu.
Esirgeme
yurdunda, her gün dayak yemekten kafayı sıyıran arkadaşım, bir gece her yerin
ve herkesin sessiz olduğu gecede, sırtını dönüp, yattığı yerden “Gazino önleri
iyidir. Orada bolca para bulabilirim. Buradan kaçacağım!” demişti. O da
biliyordu, buradan kaçmanın kolay, fakat kaçtığı yerde yaşamanın zor olduğunu. Bunu
söylemiş, başka tek kelime etmeden horlayarak uyumuştu. Ben, bu kadar
vurdumduymaz olamıyordum. İyice bu düşünce aklıma yatmıştı. İşte, şimdiki
sorun, bu yerin nerede olduğuydu. Bulunduğum yer bile yabancı bir ülkenin
sınırlarıymışçasına yabancıydı bana. Burası, kadınların “cüretkar” oldukları
bir semtti. Bu cüretkar lafını da yurtta magazin manyağı bir bunağın sayesinde
öğrenmiştim. Bir gece tuvalet için yataktan fırladığımda, televizyonda
bedeninin üçte ikilik kısmının açık olduğu ünlüleri görmüş, sunucunun da bunlar
için bu yakıştırmayı yaptığını duymuştum. O gün bu lafa çok gülmüştüm. Ve hala
da gülerim.
Bu curetkârların hemen hepsinde yanlarında
taşıdığı köpekleri vardı. Bir tanesi, köpeği üzerime doğru gelince, onu
zincirinden tutmuş, benim ısıracağımı zannedercesine köpeğini kurtarabilmişti.
İlkin dükkan işletenlere sormak istedim. Ama bu fikrin doğru olmadığının
kanısına varıp, yoldan geçenlere sormamın daha yerinde olacağını düşündüm.
Dördüncü ve son deneyişimde, sakızını yüzüme doğru patlatan ve “cüretkârlığından”
taviz vermeyen bir kadın, önce beni dikkatle süzmüş, ardından:
“Yürüyerek mi
gideceksin?” diye sormuştu. Evet, gibisinden başımı salladığımda, bu kez:
“Ne
yapacaksın bakalım?” diyerek anlamsız bir soru yöneltmişti. Diğerlerinin
vurdumduymazlığına nazaran, bu kadının bu ilgisi, beni şaşırtmıştı. Bu esnada
kadının ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Otuz-otuz beş yaşlarında, siyah ve
sarının iç içe girdiği dalgalı saçları omuzlarına sürtünüyor, ince rüzgârla
dahi hafifçe salınıyordu. Yüzünde az, fakat bu yerinde makyajı, onu
seksileştirmişti iyice. Yanağında bir misketi rahatlıkla saklayabileceğim
türden gamzesi, kırılgan tebessümüyle hemen beliriyor, sonra birden gözden
kayboluyordu. Ve o güzel yeşile çalan gözleri, gözümü adeta kamaştırıyordu.
Yine o tebessümüyle, “Gel benimle,” demişti. Şimdi, ben de bu cüretkâr kadının
eksik olan şeyini tamamlıyordum; köpeğini.
Vardığımız
yerde bir araba gözüme ilişmiş, kapısına yaslanan bir adam, doğruluvermişti.
Başıyla beni işaret ederek, “Bu kim,” diye sorunca, kadın –o güzel kadın- “Bir
tanıdığımın oğlu. Gazinonun yakınlarında işi varmış. Oraya gelince bırakırız,”
diyerek, tuhaf bir açıklama yapmıştı. Adam, bir yandan yolu gözlüyor, diğer
taraftan da dikiz aynasından beni kolluyordu. Bir daha dikiz aynasına
bakmadığımda, adam:
“Bir şeyler
çevirmiyorsun gene!” demişti. Kadın da gözlerini yoldan ayırmaksızın:
“Ne
çevireceğim be!” dedi.
Kadına karşı
son derece hassas olmam kaçınılmazdı artık. Beni böylesine savunan, yardımda
bulunan birine ilk defa denk geliyor ve anın tadını çıkartıyordum. Öyle ki,
araba yolculuğumuz aldığım bu zevkten çabucak bitivermişti. Her ikisi de hiçbir
kelime etmeksizin arabadan inmiş. Adam, kadının koluna girerek, gazinodan içeri
girmişlerdi.Artık, aklımda dilenmek diye bir fikir yürütemiyordum. Aklım fikrim
bu kadındaydı. Sabaha yakın, ikisi, girdikleri vaziyette kalmışlar gibi,
çıktıklarında gözümü kadından ayıramıyordum. Adam, kadına bakıp, bir şeyler
söylüyordu. Herhalde benden rahatsız olmuştu. Kadın, yanıma gelmiş ve “Yürü
bakalım,” demişti. Adam, arabasına atlayıp gidene kadar, gözümü adama
dikmiştim. “Bakma,” diye beni uyardıktan sonra, bundan vazgeçip, bir sokağa
dönmüştük.Neredeyse güneş doğmuş, sıcakla birlikte iyice mayışmıştım. Kadın
birden koluma girmiş, o büyüleyici kokusu başımı döndürmüştü. Bu sırada kadın
kolumu bırakmıştı. Yan yana yürümeye devam ettik.
“Kalacak bir
yerin var mı?” diye sorduğunda, cevabı yine kendisi verdi. Ardından:
“Ailen de
yok?” dedi.
“Yok.”
“Ne var?”
Gülüşmüştük.
Önüme bakıyordum, utançla.
“Bu sigara
yapıyor,” demişti. Yorulmuştu. Öyle yavaş yürüyorduk ki artık, neredeyse
duruyorduk. Nefes nefeseydi. Çıkardığı hırıltılar korkunçtu. Çantasından bir
sigara çıkarıp, ateşledi. Bana uzattı. Almak ve almamak arasındaki
kayıtsızlığım birkaç saniye sürdü. Aldım. Bir nefes çektikten sonra,
boğulacağımı hissediyordum. Öksürük nöbetine tutulduğumda, kadın:
“Hay Allah’ın
belası, ver şunu ver,” diyerek, sigarayı elimden çekip almıştı. Hiç içmemiştim.
Tek amacım, dudaklarına değmiş olan –ne olursa olsun- şeyin, dolaylı yolla da
olsa, dudaklarıma temas etmesini sağlamaktı.
“Nasıl oldu
da başlamadın,” dedi. “Yoksa, tiner falanla mı idare ettin. Gerçi, onu içenin
bunu da hayli hayli içmesi gerekir.”
“Hiçbirini
kullanmadım. Aslında, şey, ben, yeni oldu…”
“Demek, yeni
kaçtın…”
“Çocuk
esirgeme yurdu.”
“Rahat battı
anlaşılan.”
Cevap
vermedim. Bir süre daha bu şekilde yürüdük. Genişçe bir binanın önüne geldik.
Kapıyı açtı, durup, onu öylece seyretmemi komik bulmuştu.
“E,” dedi,
“neyi bekliyorsun?”
“Geleyim mi?”
derken, çocukça bir heyecan içerisindeydim.
“Gidecek daha
iyi bir yerin varsa sen bilirsin,” deyip, içeriye girdi. Ben de ancak, o,
merdivenlerden yukarıya çıkarken binaya girebilmiştim.
Geniş bir
koltuğun üzerine iki çarşafla bir yastık bırakıp: “Kıvrılır, yatarsın,” dedi.
Uyuyana kadar bu güzel kadını düşündüm; nasıl bu kadar korkusuz olduğunu, neden
bana böylesine bir yardımda bulunduğunu. İçimde bitip tükenmeyen şehvet duyguları,
uykusuz olmama rağmen beni dirileştirmişti. Kabıma sığmıyordum. Yavaşça
kapısının önüne eğildim, anahtar deliğinden onu seyredecektim. Fakat, delikte
anahtar, görüş açısını iyice kapamıştı. Ardından, yaptığım şeyin mide
bulandırıcı ve nankörce oluşu kafama dank etmişti.
Bu kadın,
yani Seher, artık, tüm kapılarını açmıştı. Tabii bunun için üzerinden iki-üç ay
geçmişti. Her gün, saatlerce sevişiyorduk. Bıkmıyorduk, usanmıyorduk.
Sıkılmıyorduk. Çıkar beslemiyorduk. Kavga etmiyor, birbirimize darılmıyorduk.
Aramızdaki yaş farkına aldıran sadece nüfus cüzdanlarımızdı.
Sadece bana
ait olmayan bu konsomatris kadın, artık, canımı sıkmaya başlıyordu. Ona büyük
bir tutkuyla bağlanmış olmam, beni buna itiyordu. Bir gece, bu işi bırakmasını
adam akıllı yaşamamızı teklif ettim. Önce, kayda değer küfürler etti ardından
da “İstemiyorsan, s… olur gidersin,” dedi. İçimde kabaran ergen duygular,
kanımın deli oluşu, kapıyı sertçe çekip, çıkmama yetmişti. Üzerinden bir beş
dakika geçtikten sonra, tekrar kapıyı çaldım. O da hazırlanmış, neredeyse
çıkmak üzereydi.
“Çayı koydum,
şurada da para var,” deyip, ayakkabılarını giymişti.
Kapıyı çekip,
gittiğinde, bir koltukta öylece oturuyordum. Günler bu şekilde geçip, giderken
son zamanlardaki halsizliği, iyice artmış, gün geçtikçe zayıflar olmuştu. Bu,
sonunda onu yatağa düşürecekti. Tetkikler, sonuçlar beni bunalıma sokuyordu.
Elimden gelen hiçbir şey yoktu. Çalıştığı gazinoya ondan habersiz gidip, borç
para isteyecektim. Patronu, sigarayı küllüğe söndürdü.
“Para falan
yok,” dedi.
“Sen nasıl
bir insansın! Kadın ölüyor, kılını kımıldatmıyorsun. Senin şu aşağılık işlerin
için hayatını mahvetmedi mi bu kadın?”
“Yeter lan,
yok diyorum.”
Gözüm dönmüş
bir vaziyette üzerine çullandım. Bizi ayırmaya gelen adamlar, onu altımdan
güçlükle alabilmişlerdi. Yaka paça dışarı atıldığımda, alınacak bir “ÖÇ” vardı
artık…
Eve
döndüğümde zavallı acılar içerisinde yatıyordu. Elini tutup, yüzünü okşadım.
Sanki, bu, Seher değil, ona çok benzeyen yaşlı bir kadındı.”
Yazı, burada
sona eriyordu. Polis, sayfayı çevirdi. Yine tüm sayfayı kaplayan bir rakam
vardı. Bu kez, “2” yazıyordu.
“Size bir sır
vermem gerekiyor. Belki de bu yüzden biraz da olsun, rahatlayacağım.”
Polis, ikinci
bir cinayetin işleneceğini veya işlendiğini anlamış, hızlıca okumaya koyulmuştu.
“Çocukluğumda
tek bir hayalim vardı; bir çiftlik yaşantısı sürmek. Yeşille bütünleşmek
istiyordum. Tek başıma olmayacaktım. Hayvanlarım olacaktı. Rahvana koştuğum
atım, kah tırısa da geçecekti. Ona bir isim verecektim. Ve bir köpeğim
olacaktı. En sadık dostum o olacak, tüm sırrımı, düşündüklerimi onunla
paylaşacaktım.
Ama, şimdi
bakıyorum da önümde, bir harabeyi andıran manzara var. Otlar sararmış, yeşillik
namına pek bir şey kalmamış. Plastik şişler, sigara paketleri ve türlü çerçöp
bu manzarayı oluşturuyor. İşte, bu manzaraya tam da yakışacak olan ben, bu
resmi tamamlıyorum. Birincisi baba katiliyim. Ve ikincisi annesiyle ilişkiye
giren bir pislik!
Ben,
lanetlendim. Gazinodaki adam, yani –dilim varmıyor- babam, “Çocuğuna baktım,
şimdi de ona mı bakacağım,” demişti.
Çocuğun kim
ve nerede olduğunu sordum. Tersleyerek, bir kuruma yerleştirdiğini söylemişti.
O gün, eve döndüğümde, Seher’e, yani –buna da dilim varmıyor- anneme, olup
biteni anlatmasını söyledim. Önce kurumuş dudaklarını diliyle ıslattı ve:
“Evsiz bir
kadındım,” diyerek konuya girdi. “Aynı senin gibi, ne gidecek bir yerim ne
sığınacak kimsem kalmıştı.”
“Hiç akraban
da mı yoktu?” sordum çaresizce.
“Yoktu. Babam
beni biriyle evlendirecekti. Bundan önce bir kez daha evlendirmişti. O evliliğimden
çok acılar çektim. Kocamın, eve arkadaşlarını getirdiği sırada tek yaptığım,
onlara hizmet etmek, küfürlerini işitmekti. Zaten resmi bir nikahımız da yoktu.
Adam, babamın eline birkaç kuruş sıkıştırmış, beni satın almıştı. O evden
kaçtığımda, pislik herif, diğer kadınla beni ilişkiye girmeye zorluyordu.
Mutfağa can havliyle kendimi atmış, elime geçirdiğim bıçak sayesinde bu
lanetlenmiş evden kaçabilmiştim.
Böyle bir
hayatın nasıl yaşanılır olacağını düşündüm. Ya canıma kıymak ya da tekrar
babamın olduğu eve dönmek arasında bir seçim yapmam gerekiyordu.”
Kemiklerden
ibaret elini yüzüme yavaşça dokundurdu. Sanki, oğlu olduğumu anlamış gibi:
“Kaderin
önüne geçemezsin,” dedi.
Kesik kesik
nefes alarak devam etti:
“Onu doğurmam
kaderimdi. Bir müddet de onun için savaş verdim anlayacağın…”
Elini,
yüzümden alarak, iki elimin arasına yerleştirdim:
“Nasıl, bu
adamdan bir çocuğun mu oldu?”
Burada kafam
karışmıştı. Fakat, gerçek, ne yazık ki bildiğim gibiydi.
“Hayır,”
dedi. “Hayır, bu adam bana elini dokunmadı. Amacını az çok sezebilmişsindir.
Sadece dinle.”
“Kime
gidersen git, hepsi şunu diyecektir sana: benim çektiğimi kimse çekmemiştir bu
hayatta! İşte, ben de bunu diyorum.
Eve
döndüğümde orada da yaşayamayacağımı er geç anlayacaktım. Annem, acılar
içerisinde öldüğünde nereden bilebilirdi, tek mirasının kızına da aynı şekilde
bir ölümle veda ederek göçeceğini. Garip anacığım…”
“Böyle
söyleme.”
Eliyle elimi
sıkmıştı. Zorla konuşmaya çalışıyordu.
“Babam, para
için her şeyi, ama her şeyi yapacak türden bir insandı.”
Güçlü bir
öksürükten sonra, tebessüm etmeye çalıştı.
“Tamam, sonra
konuşuruz bunları. Şimdi biraz dinlen, ne olur?”
Elimi yine
sıktı. Sanki, bir karınca ısırmış gibiydi.
“Sonrası
yok!” dedi. “Dinle. Babamın evinden kaçtım. Bir başıma dolandım durdum. En
sonunda bu aşağılık herifle tanıştım.”
“Patronunla.”
Başını evet
dememek için güçlükle salladı. Dudağını tekrar ıslattı:
“Bilirsin
işte. Bu durumda yapılacak pek fazla bir şey yoktur. Bana, aşık olduğunu,
evleneceğimizi sayıklayıp duruyordu. Oysa, benim ondan bu konuda hiçbir
beklentim yoktu. Tek istediğim bir iş vermesi, beni kapı dışarı etmemesiydi.Bu
adamdan hamile olduğumu öğrendiğimde, beş aylıktı bebek. Kaderin önüne
geçemiyorsun dedim ya, çocuğu hiçbir hastane almaya yanaşmadı. Artık bu, bir sır
olarak kalacaktı. Öyle güzel kamufle ediyordum ki kendimi, bir çocuk
doğuracağımı hiçbir insan fark edemezdi. Oğlumu beş yaşına kadar işte bu evde
büyüttüm. Emzirdim, oyunlar oynadım. O, benim her şeyim olmuştu. Sonra, hem
bakıcı parası, hem de patronun, yani oğlumun babası olacak o pislik, çocuktan
kurtulmayı, bir yetimhaneye vermemiz gerektiğini, aksi takdirde beni kapı
dışarı edeceğini söylemişti.”
Gözünden
damlayan yaşı sildiğimde, kanım donmuştu. Akmıyordu. Sonra, sanki, evet, evet!
Sanki, oğlundan, yani benden özür dilercesine şunları söylemişti:
“Sen olsan,
ne yapardın?”
Elbette,
yaptığını diye geçiriyordum içimden.
“Tamam, yeter
bu kadar. Biraz uyumalısın.”
Gözünü
kapatır kapatmaz uyumuştu. Güzel gözlerinden bir damla yaş, göz kapağını
zorlayarak kirpiklerinden aşağı süzüldü, süzüldü ve yastığa düştü. Beyazların
doluştuğu saçları, incelmişti. Elmacık kemikleri o kadar belirgindi ki, deriden
sıyrılıp, çıkacakmış gibi duruyordu.
Güneş
ısıtıyordu evi. Perde beyaza bürünmüş, göz kamaştırıyordu. Bir kelebek sıcağı
kanatlarına yükleyerek açık pencereden içeriye uçuştu. Annemin üzerinde bir
müddet durmadan kanat çırptı. Sonra, dışarıyı seyreder gibi cama yapıştı.
Artık, onun için dışarısı özlem duyduğu bir yer olmuştu. Avucumun içine alarak
onu özgürlüğüne, aslında ölüme uğurladım. Uçacaktı. Canının istediği, gücünün
yettiği yere kadar. Ve suçüstü değil, keyif içinde bulacaktı onu ölüm…
Arkamı
döndüğümde annem nefes almıyordu. Huzur denen şeyi beki de yeni tadıyormuş gibi
öylece yatıyordu. Ne öksürük ne de o ağrıları onu rahatsız etmiyordu.”
Polis,
sayfaları çevirirken çoktan kendinden geçmiş durumdaydı. İşinin verdiği
içgüdüsellikle “2”nin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Herhangi bir
sabah vakti, herhangi bir kayıkçının, herhangi bir sahilde, herhangi bir günde
bulduğu bir ceset, herhangi bir adama ait olacaktı. Ve polis, “2”yi bulacaktı…

0 yorum:
Yorum Gönder