Dokunduğu kitaplardan sıkıldı. Bir adım ötesindeki pencereye dayandı ve olup bitenleri anlamaya çalıştı. Kulakları bir fısıltıyı bile algılayabilirdi şimdi. Bir araba, sokaktan geçiyor olmalıydı. Aynı zamanda eski bir arabaydı, bunu da çıkardığı sesten ayrımsadı. Sokak şimdi tam istediği gibi, sessizdi. Beceriksiz kadının yere düşürdüğü çamaşır sesini duyamasa bile, “Hay, Allah kahretmesin!” deyişine çok iyi kulak kabartmıştı. Kadının bu sözleri sarf ederkenki vurgu tonlamaları, iş kazası gerçekleştiren bir ev hanımından başkasına ait olamazdı. Mandalı düşürmüş olabilirdi; fakat mandalın taşa düştüğündeki o çıplak sesi, güvendiği kulakları muhakkak duyardı. Sonra, bunun bir çamaşır olabileceğinin yadsınamaz gerçekçiliğine inandı. Bir ağlama sesi vardı şimdi, küçük bir erkek çocuğuna ait, nefesi içine çekerek, uzaklardan gelen. Yaklaşık olarak 10-12 yaşlarında olmalı ve büyük bir ihtimalle kaybolmuştu. Ses giderek yaklaşıyordu. O derin hâli, şimdi daha tiz ve netti. Ağlama sesinin hemen ardından bir başka ses daha geliyordu. Belki de çocuğun sesinin boş sokakta yankısını ayırt edemiyordu. Ancak, duyduğu bu ses, ilk aklına geldiği gibiydi, bir kadına aitti. Çocuğun annesi olmalıydı ki çocuğa belirsiz bir şeyler söylüyor ve çocuk da bu kadının her lafını bitirmesinden sonra, ağlamasını tekrar başlatıyordu.
Gülmeye çalıştı. Tebessümünü, açık camın, ışık yansıyan tarafına bakarak görmek istedi. Simsiyah bir cama, bembeyaz bir fırça darbesi indirmek istedi. Bunu yapmak istedi gerçekten. Bir yumrukla belki, lâkin bu pencere faslından da olabilirdi o, her zaman kaçındığı ilaçlar sebebiyle. İnsan ne zaman en yalnız ve zor bir anında olsa, hemen ardından bu zor anını en zıt bir durum ve hareketle gidermek ister. Bunu yalnız, inananlar başarabilir. Oysa bu genç adamın kendine inancı tam, bedenine yarımdı. Bu da bir çelişkiler yumağı oluşturuyor, inancını kaybettiriyordu.
“Gir içeri, üşüyeceksin be!” dedi bir ses, arka taraftan. Belki de diğer odadan. “Keşke” dedi, “Görmek de, üşümek kadar kolay olabilse.”
Belirsiz bir ritim, pencere pervazlarından yankılanmaktaydı sokağa doğru. Darbuka gibi gördüğü pervazlara her iki eliyle vurarak, tuhaf kelimeler mırıldanıyordu.
“Biiir, soon buuu. Belki soon buu. Hiiç başlamaaaz. Hiiiç bitmeez…”
Darbukası hareketlendi iyice, ritmi daha neşeli ve daha netti sesler. Biraz daha anlaşılır hâle bile sokmuştu. Mırıldanması yerini kısık bir ses tonuna dönüşmüş, sokağın sessizliğini bozmaktan korktuğu için bu tonda kalmıştı.
“Kiiim bilir, kiiim? Son nasıl bir şeeeydiiir.
Heer gece, bir karanlık sesiiidiir.”
Sesi şimdi daha da yükselmiş, sokağın içine düşmüştü. Kadının – o beceriksiz kadının – çıkarmış olduğu sesler de susmuştu; ancak bunu bile fark edemedi. Kendinden geçmiş bir halde, elleri pervazlara vuruyor, şarkısı sokağın yankısı oluyordu.
Bir el uzandı ellerine, bir diğer el de omuzuna. Şarkısı yine de susmadı. Konuşmayan bu ses, genci koltuğuna oturturken, şarkısının o ritmine şaşıyordu. Bu kez darbukası dizleriydi. Pencerenin kapanış sesini duydu. Sesini daha da çoğalttı. Sokak, sessiz kalıyordu çünkü. Kalmamalıydı, sokaklar neşeli olmalıydı. Hiçbir kimse sessiz, hiçbir yer sakin olmamalıydı asla. Sonra bir ilaç girdi ağzından içeriye. Şarkısını yine de devam ettirmekten vazgeçmedi. Ağzında geveliyordu adeta şarkıyı; ama yine de söylüyordu işte, tâ ki suyu içine kadar. Çok geçmedi, bu bozgunluğu. Sakinleşti iyice. Ağlayan çocuğu düşündü. Kesinlikle yere düşenin çamaşır olduğuna inandığı çamaşırı sonra…
Ve uyudu. Şimdi her şey, bembeyaz ve sessizdi artık.

0 yorum:
Yorum Gönder