En Güzel Oyuncak
Babam ve annem birbirlerini çok severek evlenmişler. Öyle anlatırdı annem. O küçük yuvada daha ben dünyaya ilk adımımı atmadan sorunlar baş göstermiş, yaşadıkları zor şartları bilerek yine de beni dünyaya getirmek istemişler. Onlar için bir evlat, tüm yoklukları unutmakmış. Bir bakıma bu, omuzlarıma yüklenmiş kocaman bir sorumluluk…
Henüz ilkokula yeni kayıt olma sevdasıyla yanıp tutuşurken bir yandan da maddi imkânsızlıklarla boğuşuyorduk, her zaman olduğu gibi… Ve yine muntazaman, babamı işten çıkarmışlardı. Sabit bir mesleği yoktu. Elinden geldiği her işe koşan, yufka yürekli olmasının yanında asla hakkını yedirtmeyen, bir haksızlık karşısında susmayan adamdı. Böyle kişiliği sebebiyle birçok işten olmuş, annem ona, elleri belinde, genellikle sert ses tonuyla, aynı, benim üstümü kirlettiğim anlardaki gibi;
"Ne olacak sanki göz yumsan?" diye, başının etini yediği de olmuştu.
Babam da: “Bir kere alıştın mı, artık kurtulamazsın," derdi hep.
O zamanlar anlamazdım neden bahsettiklerini. Bir akşam, elinde önlükle çıka geldi. Annem: "Nereden buldun?" diye sordu kaşlarını çatıp, bir haltlar karıştırdığını ayyuka çıkardığını sanarak. Babam, ona cevap vermenin gerekliliği üzerinde durmadan, yanıma geldi.
“Ayağa kalk, oğlum,” derken, gözlerinin içine ışık dolu gözlerle bakan oğlunun yadsınamaz neşesine de ortak oluyordu. Sevinçten ne dediğimi hatırlamaz bazen insan. Hemen giyindim, birkaç ufak tefek yırtığı vardı. Tap tazeliği bu yırtıkları hiçe sayarcasınaydı. Yeni alınmıştı. Evet, yeni alınmış olmalıydı. Ancak, yeni alınan bir elbisede göze sokulur cinsten bir yırtığın da olması pek şüphe çekiciydi. Pek üzerinde durmadım. Asla önüme sunulana itiraz etmemiştim bugüne dek. Hele hele böyle bir şey için yakınmam, aklıma bile getiremeyeceğim bir şeydi. Bu, aptallık olurdu. Hayır, hayır! Bu, nankörlüktü. Önüme koyulan yemeğin, aylarca aynı malzemeden çıkmış olmasına rağmen, ayak darbesiyle sofra bezine saçılması gibi, nankörce!
Annem ile babam o gece yatak odalarında bazen hararetli, bazen suspus olmaları, bazen de fısıltıyla konuşmaları olmuştu. Ne dediklerini anlamak için kapıya yanaşmam gerekliydi. Sesler yükselince irkiliyor, merakıma yenik düşerek yavaşça kapıya doğru ilerliyordum. Ayak seslerimden olacak ki, odayı suskunluk bürüyor, birkaç dakika konuşmuyorlardı. Onlar konuşmalarına benden gizli devam ede dursunlar, önlüğümün tadını çıkarıyor, bildiğim tüm okul marşlarını söylüyordum. O sırada annem kapıyı açtı ve elindeki iğne iplik ile yanıma geldi.
"Çıkar oğlum üzerindekini," deyince geri çekildim. Annemin bana doğru uzattığı el, bir düşmanın eli gibi havada kalmıştı.
"Hayır!" dedim, "Bununla uyuyacağım!"
Annemin yüzünde hafiften tebessüm oluştu.
"Oğlum," dedi gözleriyle gülerek. "Üzerinde yırtıkları var. Onları dikeyim, yine giyersin,"
Israrla ayak diriyordum; korkuyordum. Bir daha giyememekti korkularıma en mantıklı sebep.
"Hayır, üzerimde dik!"
Annem başka bir şey demeden dikmeye başladı. Babam, bana çok yakıştığını ifade eden bir bakışla gülerek yüzüme bakıyordu. Onu o gün hiç bu kadar sevmiş miydim, bilmiyorum. Şimdi şu yaşımda bile, o çocuk saflığındaki sevgiye ulaşacağımı zannetmiyorum. Önlük nihayet hazır hâlde, aynanın karşısına geçilmeyi bekliyordu. Artık kötü gözüken hiçbir yanı kalmamıştı. O, benim için her şeyden üstün bir elbiseydi.
Tam sekiz yaşıma girerken okula kayıt olmuşluğumu umursamak, düştükten hemen sonra kalkarkenki acıyan yerimi düşünmek gibi boşunaydı. Artık özlem bitmiş, artık, benim için gün, sevinç günüydü. Yaşıtlarımla okuyamamamın, yaşımın ilerlemesinin ne önemi vardı ki? Sonuçta ayaktaydım işte.
Okul, kocaman bir oyuncaktı. Dersler, kitaplar, defterler, sıralar, yazı tahtası, kokusundan geçilmeyen ve hiçbir zaman elde edemeyeceğim sandığım o adi silgi ve okula ait ne varsa bir oyuncaktı. Öğretmenler oyuncakları bedavaya veren ve bu işi sırf iyilik için yapanlardı; bizler onunla oynayan çocuklardık. Bu oyuncaktan ben hep zevk aldım. Oyuncak zevk vermiyorsa, ya çocuk değilizsiniz ya da oyuncak ile nasıl oynanacağını bilmiyorsunuzdur.
Sabaha kadar uyuyamadım. Okula gideceğim ilk günü bekledim. Senelerce beklenilen günün arifesinde, mışıl mışıl uyuyan birine şahit olabildiyseniz eğer, bilin ki o, kesinlikle ben değilim. O günü unutamam. O gün, sanki cennetten bir gündü. Korktuğum, gece bile o zaman bana huzur vermişti. Dolunay eskisi gibi ne huzursuz edidiciydi, ne de evimizin hemen ilerisindeki ağaçlar, bir mezarlığı andırıyordu. Nihayet şafak söktü, gün ağardı. Hemen annemin yanına koştum.
"Hadi anne kalk, okula geç kalacağım!"
Annemi ilk kez bu kadar soğuk görmüştüm. Tekrar seslendim;
"Anne hadi!"
Bir türlü kalkmak bilmiyor, ben ise hâlâ okula geç kalacağımdan dert yanıyordum. Nihayet babam uyandı. Uyku mahmuru gözlerini hafif araladı ve uyku sersemliğiyle birkaç şey söyledi. Onun ne dediği önemli değildi. Biliyordum ki annem, bu geminin kaptanıydı ve o uyanmadan güverte de dönmeyecekti. Oysa zavallı babam, sanki dün, bana önlüğü alan o değilmiş gibiydi. Aklımdaki tek şey; okuldu. Babam, anneme doğru yöneldi, eliyle omzunu silkeledi. Gemi sallanmaya başladı. Bu, huzura yolculuğun ilk devinimleriydi. Annem neyse ki o sırada gözlerini açıp, güverteye çıkabilmişti. Şükürler olsun! Beni birkaç saniye süzdükten sonra, yine yüzünde o mükemmel tebessüm oluştu; fakat bu kez bir acı vardı yüzünde ve bambaşka bir ifadeydi bu. Sanki önünde koca bir aysberg, gözlerimin içine sığmıştı ve bu koca şey, onu ürkütüyordu. Yavaşça kalktı. Ağır hareket ediyordu. Okula geç kalmamı istiyor gibiydi. İçim içme sığmıyorken, annemin bu uyuşukluğuna anlam veremiyordum. O, uyuşukça üzerini giyinirken, buna daha fazla tahammül edemeyip, annemi dışarıda beklemeye durdum. Babam da bize eşlik etti. Üçümüz okulun yolunu tuttuk. Her şey çok önceden konuşulmuştu; benim yaşımın yaşıtlarıma göre büyük olması, sınıfım, hattâ oturacağım –kavuşmayı beklediğim- sıram bile. Sınıf kapısına yaklaşınca annem elimden tutarak;
"Hadi oğlum, iyi dersler, Sakın öğretmenini üzme! Dediklerini çok iyi kavra," diyerek, beni sınıfıma bırakıp gittiler.
Sınıftan içeriye ilk girdiğimde bir uğultu ve ses karmaşasıyla karşı karşıyaydım. Bir sınıfa değil de, sirke girmiş gibiydim. Hoş, sirk nedir bilmem ya. Çoğu çocuk ağlıyor, kimisi bağırıyor ve kimisinin de annesi yanında olmasına rağmen hıçkırıklara boğuluyordu. Çok şaşırmıştım. Neden ağladıklarını anlayamamış, hafiften ben de bunca ağlamanın tesirinde kalıp gözlerimin dolduğunu hissetmiştim. Acaba okul, hayalimdeki gibi cennetten bir bahçe değil miydi? Öğretmenler oyuncakları acaba parayla mı satıyorlardı? Bunları düşünerek sırama oturdum. Elimde sadece eski püskü bir defter ve minicik bir kalem vardı. Öğretmen biraz yaşlıca, tıknaz bir kadındı. Gülüşünde içtenlik vardı. Dış görünüşü öyle samimiydi ki hemen kendinizi ona sevdirmek isterdiniz - ya da ben fazlasıyla abartıyordum. Sınıfta veliler başına toplandıkları için pek seçilemiyor, bazen önü boşalınca o boşluktan dikkatli gözlerle süzüyordum. Hemen yanı başımda oturan, sert bakışlarla önüne bakmakta olan, minicik çocuğun da gözleri doluydu, fakat ağlamıyordu. İsmini sordum: "Hasan," dedi. Benim ismimi sormamasına rağmen, yine de söylemek istedim:
"Ben de Ali Yüksel. İstersen Yüksel diyebilirsin. Annemler ikisini de birden söyler. Aslında babam, hep Ali der. Annemse genelde sinirlenince Yüksel! diyerek azarlar. Ali, onun için biraz daha sevimli geliyor herhalde. Aliii! diye bağırsa, sanki tam bağıramayacakmış gibi oluyordur belki de, ne dersin?"
Hasan, tüm bu söylediklerime karşın yüzüme bir anlık attığı bakışıyla cevabını net bir biçimde dilegetirmişti: “Bana ne be annenlerden ve hiç sevmediğim isimlerinden”
Biraz kırılganlıkla sağıma soluma göz gezdirdim. Çoğunun yüz ifadesi, Hasanınkiyle aynı eşitlikteydi. Buraya zorla getirilmişlerdi. Oysa ya ben? Ben buraya gelebilmek için günlerce, aylarca beklemiş ve o son gecenin asırlaştığı zaman, sabahı zor etmiştim. Bir yanlış vardı. Evet, büyük bir yanlış! Afallamıştım. Birine sormalıydım, birine demeliydim;
"Neden herkes bu kadar üzgün? Yoksa oyuncaklarını beğenmediler mi? Oynamayı bilmiyorlar mı?"
Derken, veliler yavaş yavaş sınıfı terk etmeye başladı. Her bir veli sınıfı terk edince, sınıfta bir yaygara kopuyordu. Ve bu yaygaranın içerisinde, akranlarımın pürtelaşı yadsınamaz derecede gerilim yaratıyordu. Müthiş etkileniyordum bundan. Annemin yanımda olmasını en çok o dakikalarda istedim. Onu çok özlemiş, bir an neredeyse okuldan çıkıp eve bile gitmek istemiştim. İçim bir tuhaftı. Sanki annemi bir daha göremeyecek gibi bir hisse kapıldım. Beni kötü olumsuz etkileyecek düşüncelere daldım;
"Yoksa okul dedikleri ayrılık yeri miydi? Bir daha annemle ve babamla görüşemeyecek miydim?"
Hayır, annem ve babam bana bunu yapmazdı. Onların beni çok sevdiğini iyi biliyordum ve hemen bu düşünceleri aklımdan silip, atmak tekrar sınıfıma yoğunlaşmak istediysem de, yaşadığımız o maddi sıkıntılar annemlerin beni burada terk etmelerine sebep olabilirdi. Öğretmen ayağa kalkarak çocukları sakinleştirmeye çalıştı.
"Biliyorum, şu an dediklerimi anlayamayacak kadar küçüksünüz; lâkin anne ve babalarınız sizi çok fazla sürmeden, sınıfa gelip, geri alacaklar. O yüzden ağlamayın çocuklar. Burasını bir oyun bahçesi olarak görmenizi istiyorum"
Pür dikkat öğretmeni izlerken, yazı tahtasına yönelip eline silgiyi aldı.
"Bakın bu silgi bile bir oyuncaktır sizin için." El hareketleriyle konuşmasına devam etti;
"Mesela bu yazı tahtası… Sizin en güzel oyuncağınız!"
O an öğretmen ile aynı düşüncelere sahip olmak beni fevkalade heyecanlandırdı. Ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. Sanırım, demek istediklerini tek anlayan kişi de bendim. Herkes sağır, bir tek ben duyabiliyorum diye hissettim. Yanılmıyordum da. Keza yanımda oturan Hasan, sessizce mırıldanıyordu;
"Ondan oyuncak olmaz," diye.
Tüm çocuklar böyle düşünüyordu, buna emindim. Ben oyuncağımla en iyi şekilde oynamak istiyordum. Onu doya doya kullanmak, en iyi şekilde ondan istifade etmek. Son ders zili çalmıştı, ama annem ya da babam beni almaya gelmemişlerdi. Öğretmen yanıma gelirken, heyecanımı zor zapt ediyordum. İki elini masama dayayıp:
"Annen nerede?" dedi, tatlı tatlı gülerek.
"Bilmiyorum, herhalde unuttular," dedim ve ekledim: "Ben biliyorum evimin yolunu öğretmenim!"
Başımda serin bir el gezerken, birlikte çıkmıştık kapıdan. Yolumuzun ayrıldığı sırada: "Dikkatli git," demişti.
Evime doğru şarkı eşliğinde gidiyordum. Evimizin önünde bir kalabalık vardı. Şaşkın bakışlarla etrafıma bakınıp, ilerledim. Kimisi üzgün, kimisi ağlamaklı ve kimileri de aralarında konuşmaktaydılar;
“Yazık ya, neden ölmüş?”
“Kalp krizi diyorlar.”
“Vah vah!..”
Binadan içeriye girerken kalabalık da iyice artmış ve beni içeri bırakmıyorlardı.
"Ne oldu? Bırakın beni!" dedim.
Beni dışarıya çıkarmaya çalıştılar. Çok öfkelendim.
"Bırakın beni, annemle konuşacağım!" deyince beni tutan komşumuz birden hıçkırarak ağlamaya başladı. Komşumuza ne demiştim ki bu kadar içerlenmişti? Yaramaz oğlunun nasıl küfürbaz olduğunu anlatmaya çalışırken bile bu kadar üzülmemişti doğrusu. Bulduğum ilk fırsatla eve girdim. Evdeki kalabalık arasında tek seçebildiğim babamdı. Yatağa doğru diz çökmüş, yatak odasında yatan annemin iki eliyle üzerine kapanmıştı. Hemen yanlarına koştum. Annem yatıyordu. Boyu çok uzamıştı. Yüzünde o güzel tebessümü vardı. Babam beni görünce kan çanağı olan gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
"Hadi anneni öp," dedi.
Hasta olmuştu, evet. Annem sık sık böyle hasta olurdu zaten. Sonra başına bir tülbent bağlar, ev işlerine girişirdi yine. Ben, bir şeyler karalarken deftere ütü yapar, arada benimle konuşurdu. Ben resim çizerdim, sonra heyecan içinde annemin yorumunu dinlerdim "Çok güzel olmuş oğlum, aferin," derdi o da. Sonra benim karnım acıkırdı, en sevdiğim yemeği bilirdi, yine de "Ne yiyelim?" derdi, hiçbir alternatif olmadığı halde. "Tabii ki şehriye çorbası!" diyerek haykırırdım sevinçle, yemiş kadar olarak...
Ama durun bir dakika! Bir keresinde bayıldığını da hatırlıyorum. Aman Allah’ım, nasıl da öldü sanmıştım! Ne kadar da üzülmüştüm. Babama “Annem öldü mü?” diye o bağrışımı hiç unutamam. Yine baygın duruyordu işte. Yanına oturdum, ellerini öpüp, okşadım. Çok soğuktular. Niye bu kadar soğuk? Bayıldığında sıcacıktı, şimdiyse çok soğuk. Soğudu her yer... Sanki, kapı ve pencere açık gibiydi. Hasta olur, üşür kadıncağız! Üşüyor musun anne?
"Anne, hadi kalk," dedim. "Bak, sana ilk dersimizi anlatacağım. Anne... Beni duyuyorsun, biliyorum. Öğretmenimi anlatacağım sana. O da benim düşündüklerimi düşünüyor, biliyor musun çok sevimli biri. Ben çok sevdim; ama Hasan hiç sevmedi onu, oysa ne kadar da tatlı bir kadın." Ağlıyordum.
İlk kez bana bu kadar soğuktu. İlk kez ağlamama sessiz kalıyordu. Bu, ölümün soğukluğu olmalıydı. Gözlerimden akan yaşlara annem hariç herkes iştirak ediyordu. Başım ne zaman gömülse dizlerimin arasına, hemen bir serinlik hissederdim. Annemin sıcacık eli, ulaşırdı nerede olsam… Yaşlar, annemin yanağını ıslatıyordu. Herkes ağlıyordu. Yanaklarında süzülen göz yaşlarım, annemi de ağlatmıştı sanki. Zorla tutup kopardılar beni annemden. Babamın dertli gözlerinden anlayabiliyordum.
"Hadi oğlum, gidelim" ifadesini.
"Hayır, onu bırakmam!" dedim. "Bırakmayacağım! Sen git, ben annemle daha çok şeyler konuşacağım. Anne, bak şurada yine bir yırtık var. Hadi kalk dik onu"
Kendimi kandırmak istiyordum. Çevremden "Tamam, onun başı ağrıyor. Uyansın, dikecek." sözlerini bekliyordum. Ama kimse bir şey söylemiyordu. Sadece ağlıyor, beni daha da üzüyorlardı. Sanki okul başıma yıkılmıştı! Sanki dünyanın tüm yükünü tek omzuma yüklemişlerdi. Annem ölmüştü. Onu doyasıya öptüm, kokladım. Yanına uzandım. Zorla da olsa yanından ayrıldım.
Annesizlik, okuluma daha da sıkı bağlanmama sebep olmuştu. Okudum, hep okudum. Hiç durmadan. Çok çalıştım, ve klişedir ki şimdi büyük bir adam oldum, annemin istediği gibi. Babam, ben liseyi bitirince vefat etti. Dünya bazen adilliği kenara bırakıp, birkaç yıllığına -bu, babam için, birkaçtan çok bir ömür etmiştir- taşıtır kendisini, tek bir kişinin omuzlarında. Bana aldığı o önlüğü ise çok sonradan anlattığına göre, elbise dükkanından çalmıştı. O yırtıklar da panikle sağa sola sürterken oluşmuştu. Babam ile annemin o gece ne konuştuklarını şimdi daha iyi anlıyorum.
Koca dünyada tek başınaydım. Ama, zor şartlara aldırış etmeden okudum. Okumak bana zevk veriyordu. Çünkü okul, benim en vazgeçilmez oyuncağımdı. Şimdilerde bir yuva sahibiyim. Artık ben de bir babayım ve oğluma alacağım ilk önlüğümü sabırsızlıkla bekliyorum.

0 yorum:
Yorum Gönder